BELGESEL SİNEMA NEDİR? BELGESEL VE KURMACA SİNEMA ARASINDA NE GİBİ FARKLAR VARDIR?
Modern anlamda belgesel sinema için şöyle bir tanım
yapabiliriz; bir konuya açıklık getirmek, kanıtlamak, konunun herkes tarafından
bilinmesine olanak sağlamak gibi amaçlar güden, belirli gerçekliklere,
belgelere dayanan konuyla ilgili kişilerin ortak bir noktada buluşabildiği yapımlara
belgesel diyoruz.
Tarih boyunca insanın gerçeklik olgusunu
arayış serüveni her dönemde artarak devam etmiştir. Ben bunun en önemli
örneklerinden araştırmacı gazetecilik mesleğini görüyorum. Çünkü araştırmacı
gazeteciliğin sadece gerçeklik algısının peşinde koşmaktan yana olduğuna
inanıyorum. Elbette araştırmacı gazetecilik mesleği, yanlış lanse edilen bazı
gerçeklikleri araştırıp gün yüzüne çıkarmak ile alakalı olduğu konusuna vakıfım.
Ancak belgenin ortaya çıkarılış serüvenin de belgesel türü için çok belirgin
benzerlikleri de mevcut. Örneğin, Başkanın Bütün Adamları isimli filmde, seçim
zamanı yanlış işler yapan bir devlet adamının yaptığı kötü işleri ortaya
çıkaran iki genç gazeteciyi görmekteyiz. Bu film bana doğrudan belgesel türünü
çağrıştırıyor. Araştırıyorlar, konunun üstüne gidiyorlar, doğruluğunu
kanıtlamak amacıyla kaynaklara başvuruyorlar ve ortaya çıkartıyorlar. Bununla
alakalı ülkemizde önemli isimlerden merhum Uğur Mumcu, merhum Abdi İpekçi,
merhum Savaş Ay, merhum Mehmet Ali Birand ve hala yaşayan değerlerimizden Uğur
Dündar, Abbas Güçlü, Fatih Altaylı gibi isimler mevcuttur. Gazeteciliğin,
bilgisayar karşısında oturup, tespitler yapıp internet ortamına sunmaktan
farklı bir şey yapılmadığı şu dönemde; bu adamlar, 90’lı yılların başından
itibaren çok çeşitli konuları gün yüzüne çıkarmayı başaran, belgelere göre iş
yapan insanlardır.
Sinemanın ilk yıllarında çekilen her türlü
görüntünün bir belgesel türü sinema olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü o
çekimler sayesinde bugün kamera hareketlerini, kamera açılarını vb.
kullanabileceğimiz çeşitli opsiyonları filmlerimizde kullanıyoruz. Elbette
bunları bilerek sinemaya adım atmak, biz sinemacıların çok işine yarıyor, yeni
tarz ve hareketleri deneyebiliyor, var olan sinema dilinin yanında kendi sinema
dilimizi oluşturabiliyoruz.
Lumiere kardeşlerden tutun da, Dziga Vertov’un
Film Kameralı Adam’ına, Sergei Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı’na kadar sinema
adına üretilmiş ilk filmleri günümüz sinemacılarına örnek olması açısından
belgesel tür sinema olarak nitelendirmekteyiz. Çünkü sinema adına üretilmiş ilk
yapıtlar bizlere yol gösteren bir kılavuzdur, kamera açıları, hareketleri, bu
isimler tarafından çekimlerde kullanılmış, kuramcılar tarafından da bu
hareketlere isimler verilmiştir.
Görüntü de gerçeklik olgusunun arayışları
ilk sinemacılarda var mıdır bilemeyiz çünkü onlar sadece var olan kurgusal
düzeyi en minimumda tuttukları görüntüleri çekip, insanlara izletmişlerdir.
Örneğin, İnsanların Fabrikadan Çıkışı, Bahçıvan, Trenin Gara Gelişi, bunlar normal
hayatı sekteye uğratmadan belki de gerçeklik olgusuna dayanarak çekilmiş
görüntüler olabilir. İlk kurgusal filmin ise Bir Tren Soygunu isimli film
olduğunu bilmekteyiz. Bu örnekteki ilk sinemacılardan sonra yetişen ikinci
dalga sinemacılar, çekim işinin gerçeklik boyutunu bir üst safhaya taşımış
olduğunu görüyoruz. Bunun en iyi örneklerinden Tarkovski, gerçeklik olgusunu
neredeyse bütün filmlerinde aramaya çalışmış ancak gerçeklik olgusuyla kurgu
büyük oranda birbirine karışmıştır, yine Theo Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir
Gün filminde gerçek yaşam ile kurgu birbirine karışır. Sinema da gerçeklik ve
kurgu kavramları günümüzde hala üzerinde tartışılan konular olmakla birlikte
bütün sinemacıların kendi hür fikirlerine göre sinema dillerini
geliştirdiklerini biliyoruz.
Bilinmeyen gerçekliğin en yoğun hissedildiği
ve sinemanın temellerinin atıldığı Lumiere kardeşlerin, Trenin Gara Gelişi
ismiyle salonlarda gösterdikleri ilk film olarak kabul edilen yapıt, belgesele
ait ilk filmdir, diyebiliriz. Çünkü henüz daha sinemanın ilk yıllarıydı ve ilk
yapıtlar her zaman bir fikre öncülük ettikleri için ve sonraki nesillere örnek
teşkil ettiklerinden dolayı bu film için bir belgedir diyebiliriz. Hatta insanlar
bu filmi ilk izlediklerinde bir trenin gerçekten oturdukları yere geldiğini
düşünüp salondan korkarak kaçmaya çalışmışlardır. Bu yönüyle bu film aslında
ilk korku filmi olarak da literatürde yerini almıştır.
Lumiere’lerden de önce fotoğrafların hareket
edebileceğini ilk kim tarafından test edildi, bu noktada bundan bahsetmek
isterim. İnsanoğlunun ölümünden sonra bile yaşayan dünyada tarihin
derinliklerine bir şey bırakabilmek adına, mağara duvarlarına resimler
yaptığını biliyoruz. Günümüzde bu işlemin sadece isminin değiştiğini
görmekteyiz. İlk insanlar mağaralara sorunlarını resmediyordu, günümüzde de
insanlar sorunlarını sanata dönüştürüyor diyebiliriz.
Muybridge’in Atları deneyi, iki kişinin
oturup bazı konuları tartışmalarından dolayı meydana çıkmış, sinema adına da
atılan güzel bir deney olmuştur. Tartışma şunun üzerineydi; atlar dörtnala koşarlarken bütün ayakları
havada durabilir mi?
Sistemler kuruldu, 12 adet fotoğraf makinesi
hipodromun çeşitli aralıklarına yerleştirildi ve deney yapıldı. Sonuçlar
ellerine ulaştıktan sonra tartışmanın konusu unutulmuş, hareket eden bir resmin
varlığından söz edilir olmuştu. Sonrasında bir takım gelişmeler ile
görüntünün 24 karede çok daha verimli
hale geldiği keşfedildi ve sinemanın temelleri atılmış oldu. Bu gelişmeler
tabiiki günümüz sinemacılar için muazzam bir belge niteliği taşımaktadır.
Belgesel kavramını ilk kez John Grierson, ‘Creative treatment of actuality’ şeklinde
kullanmıştır. Cümleye baktığımızda yaratıcı gerçeklik gibi bir anlam oluşuyor.
Yani Grierson, burada gerçeklikten
sapmadan estetik bir bakış açısıyla belgeselin yapılabileceğinden bahseder. Grierson’a
göre bu yüzden belgesel sinemanın kurgusal sinemadan ayrılan en büyük özelliği
görüntüde rol yapmaksızın belirli gerçekliklere dayanan materyallerin
olmasıdır. Belgesel sinema bu yüzden gerçekliklerini koruyarak enformasyon
işlemini yapmalı, bozuk bilgiler (kaynağı kesin olmayan, doğruluğundan emin
olunmayan, vs.) belgeselin içinde bulunmamalıdır.
Moderne geçişimizde belgesel sinemanın
ilklerinden olan Robert Flaherty’nın çektiği Kuzeyli Nanok filmini örnek göstermemiz mümkündür. Film, kutuplarda
yaşamını sürdüren Eskimo insanları konu edinmiş ve bütün bir yaşamları
kameranın karşısında hiçbir düzenleme ve önceden hazırlanmış senaryo
olmaksızın, sergilenmiştir. Bu film ile alakalı ilginçtir, Robert, böyle bir
film çekmeye karar verdikten sonra üç yılını kutuplarda Eskimoların yaşamıyla
ilgili çekimler yapmaya çalışarak geçiriyor. Ancak dönüş yolunda çekilen
görüntülerin yanmasıyla tekrardan kutuplara dönüş yapıyor ve bir yılını daha
buradaki insanları belgelemekle uğraşıyor.
Aynı şekilde Dziga Vertov’un geliştirdiği
Sine-Göz kuramı da kameranın objektifinin insan gözü yerine geçip, insanları
yaşamlarında olduğu gibi hiçbir deformasyona uğratmadan, doğrudan çekmeyi konu
edinir. Keza Film Kameralı Adam filminde de bundan farklı bir şey yapmamıştır.
Kısaca özetlemek gerekirse, belgesel ile
kurgunun aralarındaki en büyük farklardan; biri gerçeğin estetik yansımasıdır,
diğeriyse kurgunun estetik yansımasıdır. Belgesel sinema değil, kurgusal sinema
seyirci üzerinde empoze edilebilir bir alan yaratır kendine çünkü belgeselin
temel amacı dayatmak değil, var olan problemleri seyircinin vicdanına
bırakmaktır. Belgesel, çoğunlukla kıyıda köşede kalmış sorunlardan bahseder,
Kurgusal sinema, yönetmenin bakış açısıyla sorunlarını anlatır. Belgesel
sinema, belgelere dayanır, kurgusal sinema çoğunlukla senaryo ürünüdür. Belgeselin
kaynağı her zaman bellidir, kurgu sinemasının kaynağı senarist ve yönetmenin
hayal gücü olabilir.
Türkiye’de ise belgesel film niteliği taşıyan
ilk çekim, Fuat Uzkınay'ın Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı isimli
yapıttır. Ancak bana garip gelen bir konu ki, çekimler günümüze asla ulaşmamış
olmakla beraber yapılan çekimler kayıptır. Bunun hakkında çeşitli teoriler var,
ilk belgesel filmin başka bir film olduğu yönünde söylentiler var ancak
kaynağından pek emin olmadığım için bahsetmeyeceğim.
Son olarak Türkiye’de yapılmış yine çok
ilginç bir tür olarak gördüğüm Adak filminden bahsetmek istiyorum. Kadın
filmlerinin yönetmeni olarak tanıdığımız
Atıf Yılmaz, dönemin belki de en çarpıcı yapıtlarından Adak filmine imza
atmıştı. Adak filmi, o yıllarda yaşanan bir olaydan alınma gerçek röportaj,
mahkeme ve olaya tanıklık etmiş kişilerin görüntülerinden oluşuyor. Atıf
Yılmaz, ismini Adak koyduğu bu çalışmaya, başta kurgusal bir olay olarak
giriyor, yani set ortamı, oyuncular, senaryo vs. sonra kurgu görüntülerini
çekilmiş olan röportaj görüntüler ile birlikte harmanlıyor. Film, günümüzde
hala izleyici de sansasyonel bir etki
bırakmayı başarıyor.
İzlediğimiz filmleri daha bilinçli izlemek ve anlamak adına bu bilgiler çok değerli. İlgiyle okudum. İsmi geçen filmleri zaman içinde izlemek istiyorum. Öncelik sırasını çok merek ettiğim için Kuzeyli Nanok filmine verdim. Umarım bulabilirim:)
YanıtlaSil"Belgesel ile kurgunun aralarındaki en büyük farklardan; biri gerçeğin estetik yansımasıdır, diğeriyse kurgunun estetik yansımasıdır.." bu cümle herseyin özeti sanırım..
YanıtlaSilHem kurgu hem Belgesel izlemeyi seviyorum aslında..
Çok değerli bilgilerdi teşekkürler